Dearest Readers,
Bridgerton hikayelerine hakimseniz bu başlangıç size yabancı olmayacaktır. Shonda Rhimes yapımı Bridgerton serisinin üçüncü hikayesi olan “Queen Charlotte” Netflix’te kısa zaman önce yayınlandı ve bir Bridgerton hayranı olan ben başta olmak üzere neredeyse Türkiye nüfusu kadar insan tarafından izlendi!
Klasik bir Bridgerton aşk hikayesi bekleyerek izlemeye başladığım dizide konu beni çokça derinden etkileyince, üzerine bir blog yazısı yazmak istedim. Bu yazı oldukça fazla spoiler içeriyor olacak, o sebeple izledikten sonra okumanız tavsiye olunur.
Bu sezon Bridgerton’ın önceki sezonlarından tanıdığımız kraliçe Charlotte’un gençliğini, nasıl kraliçe olduğunu ve kral George ile olan evlilik hikayesini konu alıyor. Tarihte King George III ve Queen Charlotte gerçekten var olan karakterler ancak araya serpiştirilmiş gerçek detayların dışında bu hikaye bir kurgudan ibaret.
Bu hikayeyi pek çok yerden ele alabiliriz, ancak ben kendi uzmanlık alanım ile ilişkili kısımlarına değiniyor olacağım. Dilerseniz genç bir kral olan George’un amansız hastalığı ile başlayalım.
Yaşlı ve Kafası Karışık George
Dizinin 2. sezonunu izleyenler George’un bir anda “Havaifişekler!” diye bağırarak içeriye daldığı ve kendini kraliçe ile olan düğünlerinde zannettiği sahneyi hatırlar. Burada George’un tavrından ve biraz da yaşından dolayı belki de ön yargı ile yaklaşıp demans hastası olabileceğini düşünmüştüm. Demans hastası olduğunu gizlemek için de kralı kapalı kapılar ardında tuttuklarını ve halkın ya da sosyetenin içinde dışarıya çıkmasına izin vermediklerini canlandırmıştım kafamda hikayenin geri kalanını bilmediğim için.
Bu sahnede muhafızlar George’u biraz da zorla odasına götürmeye çalıştıklarında George daha da sinirlenip agresifleşmeye başlamıştı. Sonunda Bridgerton’ların müstakbel gelini Edwina dayanamayıp George’a sevgi ile ve onun gerçekliğine uygun şekilde yaklaşmayı denediğinde George’un sakinleştiğini ve daha ılımlı tepkiler verdiğini, odasına gidip dinlenmeyi kabul ettiğini gözlemlemiştik. Ki bu da fazlasıyla romantize edilmiş gibi gözükse de aslında oldukça gerçeği yansıtan bir tablo. Demans hastaları anlaşılmadıklarını, dinlenmediklerini, saygı görmediklerini hissettiklerinde bunu sözel olarak değil agresyon ve saldırgan davranışlar ile gösterebilirler. Gerçekten de inatlaşmak yerine göz teması, sakin, sabırlı, saygılı ve pozitif bir tavır demans hastalarını sakinleştirebilir ve davranışsal problemlerle başa çıkmak için kilit bir tutum olabilir.
Peki Kral George Demans Hastası Mı?
Bahsi geçen sahnenin ötesinde bir daha George’u hiç görmedik, ta ki “Queen Charlotte” hikayesi yayınlanana kadar. Bu hikayeyi izlediğimde George’un probleminin demans olmadığını anladım.
George’un hastalığı ataklar halinde seyreden bir hastalık. Biliyoruz ki demans çok büyük çoğunlukla sinsi başlangıçlı ve ağır ağır ilerleyen bir sendrom. Birden gelen atakların dışında gördüğümüz George oldukça işlevselliği korunan, zihinsel yetilerini kullanabilen biri. Zaman geçtikçe bağımsızlığın ve işlevselliğin kaybolduğu bir durumdan söz edemiyoruz. Aksine bir gün çok iyi, bir gün ise çok kötü bir tablo görüyoruz.
İkinci bir mevzu da demansı o kadar genç bir yaşta görme ihtimalimiz neredeyse yok denecek kadar az. Demansın erken başlangıçlı varyantı bile genellikle 40-50 yaşlarında kendini gösteriyor. Bu yaşlarda görülen demans genellikle genetik sebepler ile ortaya çıkıyor. Oysa George muhtemelen 20li yaşların başlarında genç bir adam ve ailesinde de böyle bir hastalıktan bahsedilmiyor.
George’un hastalığı bu sebeplerle demans türlerinden biri değil gibi gözüküyor. Ancak bazı kaynaklar gerçek hayatta Kral III. George’un hastalığının yaşlandıkça demansa evrildiğini yazmış. Bu da aslında literatür ile çok uyumlu çünkü diğer mental bozukluklara, özellikle de psikotik bozulmalara, sahip olmak, demans için çok ciddi bir risk faktörü. Bu kişilerin ne yazık ki sonradan demans geliştirme olasılığı, herhangi bir psikiyatrik problemi olmayan kişilere göre çok daha fazla. Dolayısıyla yaşlı George gerçekten de hastalığının yanı sıra bir demans geliştirmiş de olabilir.
Kral George’un Nesi Var?
Biraz George’un hastalığını tarif edelim, muhtemelen psikoloji mezunlarının ve öğrencilerinin gerçeğe yaklaşan birkaç tahmini olacaktır.
Öncelikle George’un stresle tetiklenen atak dönemleri var. Bu atak dönemlerinin dışında neredeyse yüzde yüz işlevselliği korunan, zeki bir genç adam. Ataklar öncelikle el titremesi ile başlıyor, ardından özellikle engellemeye çalıştıkça daha yoğun bir hale gelerek George’un gerçeklik algısını tamamen bozuyor. Yani psikotik bir durumdan bahsettiğimizi söylemek yanlış olmaz. Normal zamanda da kendini kapatıp saatlerce gökyüzünü izleyen ve astronomi bilimi ile ilgilenen George, ataklar sürecinde oldukça ajite ve telaşlı bir halde venüs ile konuşuyor ve bazı anlamsız konuşmalar üretiyor.
George’un psikotik ataklarının varlığı şizofreniye işaret ediyor olabilir mi? Bu mümkün. Ancak elimizdeki bilgiyle psikotik bir bozukluğu olduğunu doğrulayabilsek de kesin şizofreni olduğunu söylemek mümkün değil.
Aşk İyileştirir Mi?
Bana kalırsa dizinin en gerçekçi yanı bu sorunun cevabı idi. Çünkü cevap hem evet hem hayır!
Queen Charlotte atak dönemine ilk maruz kaldığında kendini bahçeye atan George’u sakinleştirmek için “Venüs benim, venüs içeriye girmeni istiyor.” diyerek kocasını sakince odasına sokmayı başarıyor. Bu yaşantının gerçek olup olmadığını bilmemize imkan yok ancak Charlotte’un sıcak ve sevgi dolu tavrının yanı sıra George’un gerçekliğini kabul edip kendi gerçekliği yapması ve buna göre davranması onu sakinleştiriyor.
Sezonun kalanında da Queen Charlotte’un bu sakin, pozitif ve destekleyici tavrının George’a ilaç gibi geldiğini izliyoruz. Psikotik bozulmalarda çevresel etkenlerin önemini bilimsel araştırmalardan zaten biliyoruz. Çevremizde bizi olduğumuz gibi seven, bize saygı gösteren, destekleyen, zorlu koşullarda elimizden tutacak birinin varlığı gerçekten de iyileştirici bir güce sahip. George ve Charlotte’un hikayesi de bunun en büyük kanıtı.
Buna karşılık George’un ataklarının Charlotte’un yanında olması ile tamamen son bulması ve yalnızca aşkın onu tamamen iyileştirmesi de elbetteki gerçekçi değil. En nihayetinde psikiyatrik hastalıkların tek çaresi sevgi olsaydı, yalnızca yalnız insanlar hastalık çekerdi. Charlotte başta sanki onun sevgisi George’un tamamen ilacı olacak ve bir daha atak geçirmeyecek gibi bir umuda kapılıyor. Bunları yazarken kralın yaveri Reynolds ve Charlotte arasında geçen şu diyalogu hatırlıyorum:
Reynolds: Majestelerinin iyi günleri ve kötü günleri oluyor.
Charlotte: Evet öyleydi, ama artık ben burada olduğuma göre hep iyi günleri olacak, o iyi.
Charlotte’un beklentisinin çok da gerçekçi olmadığı kısa sürede anlaşılıyor ve kral yeni bir atak geçiriyor. Charlotte bu yaşantının karşısında çok öfkeleniyor. Muhtemelen kral için yapabileceği tek şey onu olduğu gibi sevmek ve desteklemek ve bunun onu tamamen iyileştirmediğini görmek onu çaresiz hissettiriyor.
Charlotte: Ne oldu? Gayet iyiydi.
Reynolds (oldukça sinirli bir şekilde): İyi falan değildi!
Kraliçenin sinirli bakışlarına maruz kaldıktan sonra haddini aştığını anlayan Reynolds devam ediyor: Üzgünüm majesteleri ama o iyi değil. İyi değildi, sadece hepimiz öylesini umduk.
Dizide de tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi her ne kadar sevgi ona iyi gelse de George’un kronik bir psikotik bozukluğu var ve bu hayatı boyunca onun hikayesinin bir parçası olacak. Charlotte’ta sonunda sevdiği adamın hastalığını kabullenmek durumunda kalıyor ve bununla yaşamayı, baş etmeyi öğreniyor.
Zamanın Tedavi Yöntemleri
Queen Charlotte’un bence en korkutucu ve onu sıradan bir aşk hikayesi yapmaktan çıkaran kısımları George’a tedavi adı altında yapılan işkence sahneleri oldu.
Meslektaşlarım ve psikoloji öğrencileri iyi bilecektir, geçmişte psikotik hastalıklarda “deliliği” ortadan kaldırmak için tedavi başlığı altında insanlara korkunç uygulamalar gerçekten de yapılmış. George’da bu yöntemleri kullanan bir doktorun eline düşüyor ve hem annesinin ısrarı ile hem de kendisi böyle bir kral olmaktan utandığı için ondan medet umuyor. Tabii ki eninde sonunda bu “tedavi yönteminin” işe yarar bir yöntem olmadığı ortaya çıkıyor.
Peki Ya Queen Charlotte: Belirsiz Kayıp Konsepti
Hikayemiz bir güncel döneme bir geçmiş döneme zamanda yolculuklar yapıyor. Güncel dönemde Charlotte ve sağ kolu Brimsley, kraliçenin çocuklarının neden evlilikten kaçtığı hakkında kısa bir sohbet ediyorlar.
Charlotte: Brimsley, sence kızlarım neden evlenmedi?
Brimsley: Bilemiyorum majesteleri
Charlotte: Bilmeye çalış
Brimsley: Nasıl açıklayacağımı bilemiyorum, bir sebep bulamadım.. Kızlarınız gayet güzeller, harikalar, nazikler, hayırseverler ve hoşlar.
Charlotte: Brimsley, kızlarımı bahane edip beni pohpohlamaya çalışma. Bu sana daha da gıcık olmama sebep oluyor. Sorumu cevapla. Kızlarım neden evlenmedi?
Brimsley: Kızlarınız, iyi kızlar ve sizi seviyorlar. Ve kral… Çok erken oldu, siz çok gençtiniz. Eğer ölseydi, belki acı çekerdiniz ve yas tutardınız. Eninde sonunda iyileşip hayatınıza devam ederdiniz. Fakat onun yerine…
Charlotte: Ne? Çıkar baklayı ağzından Brimsley, duygusallaşmanın sırası değil.
Brimsley: Siz hala onun kraliçesisiniz, sonsuza dek donup kaldınız. Sonsuza dek bekler halde. Kızlarınız sizi zamana hapsolmuş şekilde bırakamazdı.
– Sessizlik –
Charlotte: Git ötede dur ve konuşmayı kes.
Bu sahne benim favorim oldu ve gözlerimin dolmasına engel olamadım. Tam da Brimsley’in bu tarif ettiği, tarif etmekte zorlandığı yaşantının psikoloji literatüründe bir adı var: Belirsiz Kayıp.
Belirsiz Kayıp, Pauline Boss’un geliştirdiği bir konsept ve kişinin yasının donduğu, tam bir kapanış yapılamayan durumları ifade ediyor.
Sevdiğimiz kişilerin ölümü bizi doğal bir yas sürecine sürükler. Bu yas süreci, öfke ve üzüntü gibi derin hisleri içerisinde barındırır, ancak zaman geçtikçe kabullenme ile birlikte gelen bir kapanış yapılır ve sevdiğimiz kişiyi anmaya devam etsek de yoğun duyguları içeren yas sürecimiz sona erer ve işlevsel bir şekilde hayatımıza devam edebiliriz.
Queen Charlotte’un eşi ölmedi. King George hala fiziksel olarak hala erişebileceği, dokunabileceği kadar yakınında. Ancak George’un yaşadığı zihinsel kayıplar sebebiyle bir var bir yok halde oluşu Charlotte’un çok sevdiği eşi için bir yas sürecinden geçmesine sebep oluyor. Bu da literatürdeki belirsiz kayıp konseptiyle uyumlu bir deneyim ve Brimsley bunu çok güzel ifade etmiş.
Sonuç
Queen Charlotte, basit bir aşk hikayesi olmaktan öte içerisinde çok önemli mesajlar barındıran bir hikaye. Sadece Charlotte’un değil, genç lady Danbury’nin ve Violet Bridgerton’ın küçük hikayeleri de hem izlemesi keyifli hem de oldukça etkileyici. Shonda Rhimes her zamanki gibi bu hikayede de ayrımcılığa ve damgalamaya meydan okumayı ihmal etmeyerek toplumsal mesajlar da veriyor. Meslektaşlarım başta olmak üzere herkese çokça tavsiye ederim.